Evet, okulumu seviyorum.
*Yıllardır yeni soru hazırlamayan ve son yıllarda eski soru sormama kararı alan akademisyenlerimizin yeni soru hazırladığı şu geçiş dönemlerinde soruların zorluk derecelerini ayarlarken dengeyi tam olarak kuramamaları önemli bir sorun aslında. Emeklerinizin karşılığını alamıyorsunuz, sınavlar ikinci sınıftan itibaren oldukça zor oluyor. Yok yok böyle olmadı; daha da zor oluyor. *Türkiye’nin en iyi tıp fakültesinin öğrencilerine verebileceği düzenli bir ders notu ya da kitap olmadığını söylesem inanır mısınız? Evet gerçekten böyle. Kırtasiyelerin hazırlanmasına ön ayak olduğu ve öğrenciler tarafından hazırlanan kaset notları dediğimiz düzensiz ve zaman zaman eksik veyahut yanlış bilgiler barındıran notlara muhtaç oluyorsunuz. Kaset notu nedir? Derste (çoğu zaman hocanın rızası olmadan) tutulan ses kaydının yazıya dökülmüş, slaytlarla süslenmiş halidir. Bu notları gördükten sonra hocalar tarafından hazırlanan düzenli, sağlıklı bir kitaba ne kadar ihtiyaç duyduğunuzu anlayacaksınız. Tıp Kitapevlerinde bulabileceğiniz çeşit çeşit güzel baskılı kitaplar var ya işte onlardan çalışmaya kalkarsanız muhtemelen 10 yılda falan anca bitirirsiniz okulu. Çünkü hocalarımız engin tecrübeleriyle o kitaplardan belki de 15-20 tanesini bir araya getirip içlerinden işimize yarayacak efektif bilgileri seçiyorlar ve bize o şekilde sunuyorlar. Siz ise çalışırken bir kitabı bile tam anlamıyla bitiremiyorsunuz, bitirseniz bile 2-3 tekrar atmanız gerektiği için genellikle pek bir şey öğrenememiş oluyorsunuz. Ayrıca o kadar fazla bilgi içeren bir kitabın içerisinden hocalarımızın sınavlarda önemseyeceği yerleri seçecek şekilde bilgiyi elekten geçirmek de oldukça zor. O yüzden bu kaset notlarına ciddi anlamda muhtaçsınız. Hocaların dersleri anlatırken kullandıkları slaytlar kimi zaman yeterli olsa da çoğu zaman özet bilgi içeriyorlar ve şekil-grafik ağırlıklı oluyorlar. Tüm bu kaynak sıkıntısına rağmen çok ayrıntıya kaçan veya yorumu zor olan sorularla karşılaşıyorsunuz sınavlarda. *Hacettepe Üniversitesi genel itibari ile öğrencisinin yanında olmayan bir üniversitedir. Akademisyenlerimiz, hocalarımız birebir iletişimde öğrenciyi oldukça önemserler, bir çoğu cana yakın davranır ancak prosedürler, sistemler, uygulamalar ise bir o kadar öğrenci düşmanıdır. *Bu üniversitede idari işlemleri yapmak insana sıkıntı verir. *Belki de en önemli sorun koordinasyon eksikliği. Bölümler arasında kopukluk olması, çoğu birimin birbirinden habersiz olması, yönetmeliğin bile farklı kimseler tarafından farklı şekillerde yorumlanması gibi… Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Kimse ayranım ekşi demez ama Hacettepe’de bu kadar aksaklık varsa diğerlerinin de pek parlak bir durumda olduğu söylenemez. Birçok tıp fakültesinde arkadaşım var ve merakımdan ötürü hepsi hakkında az çok bir şeyler biliyorum. Diğer fakültelerde öğrenciler rahat ediyor gibi görünebilir, daha çok kolaylık sağlanıyor gibi görünebilir ancak mezun olduktan sonra hissedeceğiniz bir Hacettepe farkı da vardır her zaman. Bu farkı okurken de hissedebilirsiniz, ancak biraz uğraşmanız lazım. Bu okulda siz bir şeyler öğrenmek istedikten sonra, bunun için yırtındıktan sonra asla sonuçsuz kalmazsınız. Fiziksel imkanların yavaş yavaş da olsa iyileştirilmeye başlandı. Yurtlar ve amfiler tadilattan henüz çıktı, labarotuvarlarda da aynı iyileştirmeleri bekliyoruz. Ciddi sorunlar yok, ancak her şey toz pembe de değil. Okulla ilgili şimdilik bilmeniz gereken bir çok şeyi anlattım diğer bölümlerde. Biraz da “tıp” ile ilgili önemli bir konuya değinelim. Biliyor olduğunuzu temenni ettiğim “performans sistemi” ve “sağlıkta dönüşüm programı” gibi şeyler var ortada. Sağlık Bakanlığı her şey çok güzel oldu diye iddia ediyor ancak geçmişe göre hastalar açısından ufak iyileştirmelere gidilmiş gibi görünse de aslında büyük bir çöküş var. Nasıl bir çöküş bu? Bir sepet vardı, içindeki pırıl pırıl, tertemiz elmaların yanında bir de çürümüş veya çürümeye yüz tutmuş elmalar vardı. Sağlık Bakanlığı bu çürükleri temizlemek amacıyla bir sistem değişikliğine gitti. Peki şimdi ne oldu? Bu çürük elmalar olduğu gibi duruyor ve artık bu çürükler performans sistemini kullanıyorlar. Performans sistemi denen şey öyle illet bir uygulama ki artık çürümeye karşı direnmek çok zor, sizi de çürümeye zorluyor. Önceleri nicel olarak belirli bir seviyede olan tıp nitel olarak sıfıra yaklaşmakta giderek. Ne kadar çok işlem o kadar çok para, ne kadar çok hasta o kadar çok para gibi bir yarış uygulamasına dönüştürüldü tıp hizmeti. Tıpı para için seçenlerin sayısının tavan yaptığı bir dönemde yaşıyoruz ve para kazanmak için yarışmak zorundayız. Ne gibi sonuçlar doğuracağını siz düşünün artık. Performans sistemi diye tabir edilen şeyin bir doktor veya akademisyen heyeti tarafından oluşturulmadığı konusunda derin şüphelerim var. Böbreği alınacak bir hastanın böbreğinin tamamını almak, bir kısmını almaktan daha fazla puan (yani para) ediyor bu sistemde. Üstelik hem tıbbi açıdan böbreğin bir kısmını almak tamamını almaya göre çok daha zor hem de eğer mümkünatı varsa böbreğin bir kısmını hastada bırakmak hasta açısından çok daha yararlı olacaktır. Çürük olarak nitelendirdiğimiz kesimden birine denk geldiniz ve sizin böbreğinizin bir kısmı alınsa da kurtaracakken böbreğinizin tamamından olduğunuzu düşünsenize. Türkiye şartlarından tıp alanında nobel ödülünü alabiliyorsanız gerçekten heykeli dikilecek insansınız demektir, olağanüstü bir çalışma yapmışsınızdır. Ancak siz yıllarınızı verdiğiniz bilimsel bir safsata(!) ile uğraşmak yerine bir belediye şölenine katılarak 80 sünnet yapmayı tercih etmiş olsaydınız aynı puanı almış olacaktınız. Öncelikli görevi eğitim vermek olan profesör ünvanlı biri olabilirsiniz ancak eğitim vermenin puanı en düşükler arasında yer alıyor, niye daha fazla çaba harcayarak yeni doktorlar yetiştiresiniz ki? Siz zaten kendinizi kurtarmışsınız, bol hasta bakın ve puanları toplayın. Asistanlarınız ve öğrencileriniz de baksın kendi başlarının çarelerine. Tabi siz eğitim alansanız o zaman durum biraz kötü. Önemli mevzulardan biri de günde 150 hasta bakma meselesi. Acaba sayın Sağlık Bakanımız evladının bir hekimin günün sonunda kafası allak bullak olmuş bir şekilde bakacağı 150. hastası olmasını ister miydi? Devlette çalışan bir profesörün performans sistemi ile alabileceği en yüksek ücret 17-18 bin TL civarında. Ancak bu ücreti alabilmesi için haftada yüzlerce ameliyat yapması veya günde 150 hasta falan bakması gerekiyor. Bu parayı almayı hedefleyen bir hekim böylesine yoğun bir çalışma temposuna başvurmak zorunda. Bu durumda yapılacak dalgınlık hatalarını siz hesap edin. Biz işin parasında pulunda değiliz, iyi hekim olma ahlakı kötü yola düşüyor bunun için sesimizi duyurmaya uğraşıyoruz ancak pek takan yok. Hekim olmak Mario misali puan toplamak değildir, hekim olmak insanlığa hizmet etmektir. Daha iyi hizmet koşulları sağlanacağı yere yarış koşulları oluşturuluyor ve hizmet geri plana atılıyor. Performans sistemi ile gelen bir yarıştan söz ediyorum sürekli. Bununla ilgili somut bir örnek vereyim. Konya’da bir hastanede yaşanmış bir olaydır. Bir poliklinikte Konyalı bir doktor ve dışardan gelen bir doktor var. Bir de hekim seçme hakkı diye bir şey var. Hastalara randevu veren sekreterimiz ve hastane personelimizi de unutmayalım, onlar da Konyalı. Hemşerilik muhabbeti ile doktorumuz ve personelimizin arasından su sızmıyor. Dışardan gelen doktor ise adı üstünde dışarda kalmış bir vaziyette. Randevu alan hastalar büyük bir yoğunlukla Konyalı doktora yönlendiriliyorlar bu durumun doğal sonucu olarak. Konyalı doktorumuz da puanları topluyor ve “rakibine” fark atıyor. Hastane kapılarında avukatlar doktorlar bir hata yapsa da biz de tazminat alsak diye hastaların önünü kesip onların doktordan memnun olmadıkları bir şikayetlerini yakalamak için hazır bekliyorlar. Yasalar doktorları köşeye sıkıştırmış durumda, en ufak bir kötü sonuçta bile büyük bedeller ödüyorsunuz. İşin kötü yanı sizi koruyan bir yasa da yok. İlginç noktalardan biri de Türkiye’de Şoför Şikayet Hattı’ndan sonra bir de Doktor Şikayet Hattı açıldı. Arıyorsunuz ve falanca doktorun makyajı yoktu, şu doktor çok suratsızdı gibi şikayetlerde bulunabiliyorsunuz. Hani yapanlar oluyor da ondan söylüyorum. Doktor itibarsızlaştırılıyor diye yakınıyoruz üzülüyoruz da buna çanak tutan kurumlardan biri de Sağlık Bakanlığı olunca daha çok üzülüyoruz. Bir de doğuda polis koruması olmadan başlayamayan ameliyatlar, İstanbul’da bile silah taşıma ruhsatı almak zorunda kalan doktorlar, planı programı doğru düzgün yapılmamış evde sağlık hizmeti dayatmaları gibi ufak tefek sorunlar var ama pek mühim değil(!). **Özet: Ebeveynlerinizin zihinlerindeki “doktorluk” artık çok eskide kaldı. Seçerken iyi düşünün. Böyle işte. Kafanıza takılan herhangi bir şey için facebook’tan ulaşabilirsiniz: https://www.facebook.com/can.karpuzcu
Benim Hacettepe’yi seçiş serüvenim biraz daha farklı. Şimdi efendim, senelerden 2007; ben Üniversite Sınavına giriyorum, çıkıyorum; puanlar açıklanıyor falan filan. O zamanın puanıyla tutturabildeğim en üst sıradaki tıp fakülteleri Ege, Marmara, Dokuz Eylül falan filandı. Aile büyüklerim tarafından “Tıp tıptır, sonuçta doktor olacaksın, Ege ile Hacettepe arasında dağlar kadar fark yoktur, yaz gitsin” mentalitesine sahip çeşitli doktorlarla ve özellikle Hacettepe mezunu doktorlarla konuşturuldum, ikna edilmeye çalışıldım. Amma velakin işte o zaman çocukluk mu desek, delikanlılık mı desek, eşeklik mi desek bilemiyorum; ben sınava bir kez daha hazırlanmakta ve Hacettepe için uğraşmakta ısrar ettim ve kararımı uygulamaya koydum. 2008 yılındaki üniversite sınavında Hacettepe Üniversitesi Türkçe Tıp Fakültesi’ni akli ehliyetim yerindeyken oldukça bilinçli bir şekilde seçtim. Ancak gelin görün ki benim de hayat mentalitem artık şu şekilde evrimleşti: “Tıp tıptır, sonuçta doktor olacaksın, Ege ile Hacettepe arasında dağlar kadar fark yoktur, yaz gitsin.” Demek ki büyüklerimin bir bildiği varmış. Evet neden Hacettepe Üniversitesi için bu kadar uğraştın sorusuna cevap verelim şimdi. Şu bir gerçek ki, tıp fakültesi diyince akla gelen ilk şey Hacettepe iken, Hacettepe diyince de akla gelen ilk şey tıp fakültesidir. Tıp Fakültesi diyince Hacettepe ve diğerleri şeklinde bir kategorilendirme yapmak mümkündür. Ama bu kim için geçerlidir? Uzman olmak çok da önemli değil, uzmanklıktan sonrası hiç önemli değil diyenlerin haricindekiler için geçerlidir. Çünkü Hacettepe’de kazanacağınız geniş ufuk, öyle ya da böyle çalışma alışkanlığı ve de iyi hekim olma bilinci ile akademik kariyerinizde fark yaratan bir doktor olabilirsiniz. Üniversitenin imkanları, kapasitesi düşünülmeden YÖK tarafından artırılan kontenjanların yol açtığı derin sorunlara rağmen, eğitimin niteliğinin eskiye göre düşmesine rağmen Hacettepe’nin alanında isim yapmış akademisyenlerinden edinilen tecrübeler emin olun bir ayrıcalık yaratacaktır.
Fakültedeki tıp eğitimi temel bilimler, klinik bilimler ve internlük eğitimi olmak üzere üçe ayrılır. Temel bilimler ile ilgili temel sıkıntıları “Okulunuzun sevmediğiniz yanları nelerdir?” bölümünde uzun uzun anlattım. Sevdiğim yanı da çok tabi ki, hakkını yemeyelim. En başta hocalarımızın gerçekten güncel bilimsel yayınları takip etmesi ve bunları bizlere aktarması geliyor. Bunun yanında öğrenci-akademisyen ilişkisi ortalama olarak iyi bir seviyede. Klinik bilimlerde göze çarpan aksaklıklar var elbet ama doktorluğu gerçekten öğrenmeye başladığınız bu dönemde Türkiye’nin en iyi hoca kadrolarından birinin tecrübelerinden faydalanmak oldukça büyük bir şans. İnternlük eğitiminde ise sevilecek tek bir şey bile yok. Hacettepe’de intern=amele.
Bu kısmı fazla uzatmayacağım. Tıpa girerken, hele ki Hacettepe Tıp’a girerken sadece “garanti meslek, nispeten daha iyi paranma kazanma imkanı” diyerek seçiyorsanız altından kalkamazsınız. İnsanlara yardım etmeyi, hastaları iyileştirmeyi, hayat kurtarmayı, bir hayır duası almayı değil de “parayı” hayal ediyorsanız çok zorlanırsınız, yapamazsınız demiyorum ama çok sorunlu bir insan olarak mezun olursunuz. İyi düşünün, yapmak istediğiniz, yaparken mutlu olacağınız mesleği yaptığınız takdirde zaten başarı kendiliğinden gelecektir.