Biz klinik psikologlar ve psikologlar, insanların zorlu yaşam hikâyelerini dinliyoruz. Olumsuz deneyimlerini ve ağır acılarını gerçekten büyük bir dikkatle dinliyoruz. Bazı kişiler çok ağır acılar yaşamazken, bazıları ise neredeyse kırk yılda bir bile olsa çok yoğun acılarla karşılaşabiliyor. Tabii ki bu durumun bizde bir yük bırakmadığını söylemek mümkün değil. Biz de insanız ve duyulan şeyler bazen bizim de kulaklarımızda ve akıllarımızda kalıyor. Ancak düşünün ki o kişi, o yaşadığı deneyimle hayatına devam etmemiş. O anı yaşamış, geçmişte kalmış ama hâlâ hayatına devam ediyor. Dolayısıyla, bunların bizde kalması doğal, biz de hayatımızda tabii ki devam ediyoruz.
Fakat terapistin en önemli görevi, bu zorlu yaşam hikâyelerini dinledikten sonra anlamlı bir hayat yaşanmasıyla çok orantılıdır. Yani ben terapi odasından çıktıktan sonra kendi hayatıma dönüp keyifle yapacağım şeyleri gerçekleştirirsem, bu hayatta neden var olduğumla ilgili bazı kaynaklarım varsa, güçlü yanlarım varsa onları geri döndürebiliyorsam o an orada, terapi odasında kalıyor. Bu durum biraz tiyatro oyununa benziyor. Nasıl tiyatroda bir ceketi giyip bir karakteri canlandırıyorsanız, örneğin Ahmet Usta rolünü üstlendikten sonra o ceketi orada bırakıp günlük hayatınıza devam ediyorsunuz. Terapi odasında da benzer bir durum var. Biz orada bir terapist olarak oturuyoruz. Sorularımız var, alet çantamızda çok çeşitli sorular ve analizler bulunuyor. Kişinin ruh hâlini anlamak için içimizden düşünüp ona göre bir yaklaşım geliştiriyoruz. Daha sonra alet çantanızı oraya koyup kapıdan çıkıp günlük hayatınıza devam etmeniz gerekiyor.
Elbette, bunu başarabilmek ilk yıllarda kolay değil. Yeni gelen hikâyeler karşısında şaşkınlık yaşıyorsunuz. "Bu kadar acı nasıl devam ediyor?" diye sorguluyorsunuz. Ama zamanla kendi hayatınızın yoluna devam ediyorsunuz.
Bu metin otomatik olarak oluşturulmuştur. Hataları bildirerek geliştirilmesine katkı sağlayabilirsiniz.