Anlatsın
Giriş

İTÜ'de hikayeniz nasıl başladı? Öğrencilikten rektörlüğe uzanan hikayenizi anlatır mısınız?

Transkript
Lisede okuyoruz. Büyük ihtimalle Perteer Lisesi'ndeydi. O yıllardaydı. Bizim mahalleden bir abimiz elektrikte okuyordu. O bizim idolümüzdü; hem iyi top oynardı hem de iyi bir mühendisti. Okuduğu için de idolümüzdü. Biz de futbola meraklıydık. Tabii ki futbol o zamanlar pek para etmiyordu; ilginç olan, sonradan para etmeye başlaması. Biz baktık "mektep mi, futbol mu?" derseniz, mektebi tercih ettik. Babamızın telkiniyle aslında bu kararı aldık. Onu "Nafiz Ağabey" diye hatırlıyorum. Evet, Nafiz Yüceldi; hem de Etkin’in amatör takımında oynuyordu. Yani Etkin'in Spor Kulübü’nün amatör takımında oynuyordu. O tür idol figürler bizi oldukça cezbetti. Bu yüzden biz de üniversite sınavına girdik. Hiç farkında olmadan meteoroloji mühendisliğini seçmişiz. Sonra ikinci sene tekrar girdim. Ben inşaatı kazandım ama benim idealim aslında siyasal bilgiler okumaktı. Ama babam, "Üç erkek kardeşiz, en büyüğü de benim; seni hiç göndermek istemiyorum." dedi. Ankara'nın İstanbul'da kaldık ama çok keyifli bir dönemdi, ilk seneler çok iyiydi. Sonra, maalesef, anarşist dönemler başladı ve okul o hengâmede bir senede kapandı. Ancak 1979'da bitirebildik. Babam inşaatı devam ettirmedi; "Boşver, müteahhit değiliz, Karadenizli değiliz, özellikle Doğu Karadenizli değiliz. Sen bu meslekten epeyce ekmek yersin." dedi. Akademide dediği çıktı; büyük sözü dinlemek böyle bir şeymiş. Sonra yüksek lisansa devam ediyordum. Aynı zamanda Yeşilköy'de mühendis olarak çalışıyordum. O zaman Yeşilköy Havalimanı'nın ismi şimdi Atatürk Havalimanı olan yerdi. Yüksek lisansa devam ettim ve burada yüksek lisansımı bitirmek üzereydim. Hocalarımdan bir tanesi, "Ya üniversitede araştırma görevliliği yapmaz mısın? Doktora devam etmek istemez misin?" dedi. Ben de, "Hay hay," dedim; aklımda yoktu. Bir de şey hoşumuza gitti; biraz daha özgürlüğe meraklıydık. Üniversite hocalarının tabii ki daha rahat bir durumu vardı. Hem de üstümüzde çok büyük patron yoktu; amir yok, müdür yok, şey yok. Bir tek hocaya karşı sorumlusunuz; bölümün işlerine karşı sorumlusunuz. Geldik ve 1981'de galiba asistan oldum. Yüksek lisans bitmişti. Hoca, "Ya işte TÜBİTAK yurt dışı doktora bursları var, düşünmez misin?" dedi. Biz de girdik. O zaman beş yüzün üzerinde kişi girmişti. Hatırlıyorum, ben beş yüz yirminin üstündeydim; yirmi dört kişiden biri de biz olduk. Kazandık işte, Amerika'ya yüksek lisans ve doktora yapmaya gittik; yaklaşık on sene kaldık. Post-doc yaptım; yani bir buçuk senede doktora sonrası araştırmacı olduk. Döndüm Boğaziçi’nde altı aylık bir maceram var ama doku uyuşmadı. Yani tekim hastalık serdidiği için pek oradaki şeylerle pek anlaşamadık. Buralarda pek fazla girmeyeyim. Sağ olsunlar, Jeoloji bölümü çok farklı bir alandı. Aslında benim doktora konum oşanografiydi; yani meteoroloji, oşanografi, bir de jeoloji üzerinden geçtik. O şekilde jeolojiye girdim. Oradan ekmek yemeye başladık. Baktım, ekmek kazanmak farklıymış; bizde de kabullendi bu iş. 1992'de o dönem, 24 Haziran 1992'de tek üniversiteden hoca olarak yarın doçent olarak girdim. Bir yıllık, iki yıllık aralıklar oldu. Yurtdışına misafir hoca olarak gittiğimde, onların dışında hemen hemen bütün hayatım tek müessese içinde geçti diyebilirim. Yani her türlü akademik kadroda bulundum, idari kadroda bulundum. 1992 sonunda araştırma fonu, işte şimdi BP dedikleri birimin raportörüydüm. Sonra rektör danışmanı oldum, enstitü müdürü oldum; bir ara Fen Bilim Enstitüsü Müdürlüğü, rektör yardımcılığı ve en sonunda rektörlükte kendimizi bulduk.
Bu metin otomatik olarak oluşturulmuştur. Hataları bildirerek geliştirilmesine katkı sağlayabilirsiniz.