Yiyecek konusunda genel bir pahalılık var. Benim gibi tabldota tapanlar fazla harcama yapmıyor ama her öğün de tabldot yenmez ki yahu, insanın canı bazen başka şeyler istiyor. Başka yerlerden yemek de daha pahalı. Gerektiğinde bir kafeteryadan 6-7 liraya bir sandviç alıp doymadığım zaman da “Burada bir sorun var işte!” diyorum.

Bundan başka, havuzumuz yok! Gerçi havuz için yapılacak masrafın kütüphaneye falan yapıldığı söyleniyor ki doğrudur, ama deniz kıyısından gelen biri için eksiklik. Acımı kalbime gömdüm, bekliyorum(!).

Son olarak – bu konuda yapılacak bir şey yok ama – keşke kampüsümüz biraz daha düz olsaydı, böylece bisiklete daha rahat binebilirdik!

Bilkent’in kütüphanesi gerçekten muazzam; her çeşit kitabı, her türden bilimsel/popüler derginin güncel sayılarını, DVD filmleri ve abone oldukları Internet veritabanlarından yığınla akademik makale bulabiliyorsunuz. Öyle ki hâlâ kütüphanenin nimetlerinden yeterince faydalanamadığım için hayıflanıyorum.

Geniş, bakımlı ve güvenli bir kampüste yaşamak da ayrı bir keyif. Sıkılınca gecenin körü de olsa rahatça turlayabileceğimiz, bahar geldiğinde hemen hemen her rengi bir arada görebildiğimiz, çimlerde yayılıp çene çalabildiğimiz bir kampüsümüz var. Kampüs içinde dolanan “ring”ler ve şehir-kampüs arasında çalışan servisler de cabası.

Başından beri mühendislik okuyacağım belliydi aslında. Hani “bu çocukta mühendis kafası var” derler ya, öyle yani. Fizik ve matematiğe büyük bir ilgim vardı; yeni bir şeyler üretme, oluşturma isteğim vardı. Tıp okumayı hiç düşünmedim, her ne kadar biyolojiyi de çok sevsem de konu et-doku-kıkırdak-kan eksenine kayınca bana epey nahoş geliyor. Yine de ilgilendiğim mühendislik alanları hakkında net bilgiler olmadan karar vermekten kaçındım, örneğin bilgisayar mühendisliğiyle ilgili bilinenler genelde “Kod falan yazıp ‘hacker’lık yapıyorlar, bir de web sitesi işte, aman başkası da yapar ki bu işi, hıh!”tan öteye gitmiyor, örnekler çoğaltılabilir. Araştırıp kimin ne yaptığını doğru düzgün öğrenince Elektrik ve Elektronik Mühendisliği’nin bana göre olduğuna karar verdim, aslında sonunda ne seçeceğim önceden belli gibiydi ama tam bilmeden karar vermek istemedim, iyi de yapmışım.

Bilkent Üniversitesi’yle daha lisede, ablam aracılığıyla tanışmıştım. O da Bilkent’i tercih ettiği için lise boyunca ilk ağızdan deneyimlerini sürekli dinlemiştim. Lisede okuyan biri için üniversite hayatı ne kadar çekicidir bilirsiniz. Ama konu benim eğitimim olunca abla etkisini – ya da baskısı(!) mı demeliydim? – bir yana bırakıp tüm üniversitelere aynı mesafeden bakmaya çalıştım, sonuçta kardeş de olsak beklentilerimiz ve ilgi alanlarımız farklıydı (ablam Mütercim Tercümanlık bölümündeydi).

Öncelikle Ankara’da daha çok istiyordum, ama yine de en iyi eğitimi nerede alabileceğimi düşünürsem oraya gidecektim. O yüzden tercih döneminde İstanbul’u da Ankara’yı da gezdim. Gördüm ki aslında gezdiğim üniversitelerin hepsi Türkiye’nin önde gelen üniversiteleri ve hepsi birbirinden muhteşem, bu nedenle Bilkent’i öveyim derken diğerlerini kesinlikle küçümseyemem. Yine de Bilkent bana daha bir cazip geldi: Köklü bir vakıf üniversitesi olarak her konuda olanakları çok iyiydi, bölümümdeki öğretim görevlilerinin yetkinliği ve araştırma olanaklarının çokluğu etkileyiciydi, kampüsü ve sosyal olanakları da cabası… İleride akademik kariyer yapmayı düşündüğüm için araştırma olanakları daha fazla ilgimi çekmişti. Dediğim gibi, herkesin öncelikleri ve beklentileri farklı; benim beklentilerimi en iyi Bilkent Üniversitesi karşıladığı için şu an buradayım.

Bilkent’i kazandığımda dikkat çeken abla faktörüne gelince, üniversiteye başladığım yıl ablam Erasmus Programı’yla Belçika’ya gittiği için yine kendi başımaydım! (Bilkent’in uluslararası bağlantılarının da bayağı sağlam olduğunu da ekleyeyim bari.)